“Gazeteciler daha çok başına geleni yazarlar. Ben de polis muhabirliğimden bu yana bunu yapmıştım. Ama bu sefer “başına bir şey gelen” ben olsam dahi sanki ben değilmişim gibi geldi bana.
Aslında bu bir anlamda doğru da…
Çünkü başına bir şey gelen Türkiye’dir… Ben onun sadece sıradan bir gazete yazarıydım. Türkiye’nin başına bir şey geldiğinde herhangi bir ferdi yanar da gazete yazarı tutuşmaz mı?..
Bu kitap bir hesaplaşma, suçlama kitabı değildir. Sadece bir tespittir. Bilirsiniz, gazeteciler için “tarihin tanığı” derler.
Tanık aynı zamanda suçludur…
Medyanın siyasi iktidara biat ettiği, toplumunu kandırdığı, olup-bitenleri milletinden gizlediği yerde ne özgürlük, ne insan hakları, ne demokrasi, ne hukuk olur. Ve gazete yazarı bu büyük suçun kaçınılmaz parçasıdır.
Ve bir gün herkes gibi gazetecinin de başına bir şey gelebilir.
O zaman suçlu tanık, aynı zamanda mağdurdur da..
Bana güvenilerek söylenmiş sözler, bulunduğum yer nedeniyle tanık olduğum bazı olaylar, saklı kalması için söz verilmiş kimi görüşmeler ya da kurumların sırları sayılacak her neyse, bu kitapta yer almadı.
Sadece o üçü var;
Tanık…
Suçlu…
Ve mağdur…
Okuduğunuzda benim yaptığım hatayı yapıp sakın ola ki ”başına bir şey gelen” sanki siz değilmişsiniz gibi yapmayın.
İçinde sizin, benim, herkesin, hepimizin olduğu bir kollektif suç sürüyor… Bu küçük kitapta tanık, suçlu, mağdur yanında, süregelen suçun da bir bölümü var zaten…
Bir bölümü…
Büyük suçlar küçük kitaplara sığmıyor çünkü…’’
Değerli okuyucular yukarıda okuduğunuz satırlar, Ekim ayında kaybettiğimiz duayen yazar Bekir Coşun’un ilk olarak 2011 yılında yayınlanan ve Cumhuriyet kadınlarına armağan ettiği “Başın Öne Eğilmesin” isimli kitabının ön sözüdür.
Öncelikle; 1987 yılından bu yana “Onuncu Köy” isimli köşesindeki tüm yazılarını okumuş olmaktan kendimi çok şanslı sayıyorum. Zira Bekir Coşkun yazılarını (anlayarak) okumuş herkes gibi, bu ülkenin geleceği için kaygı duyma sorumluluğu duyup eğitimi, birikimi ve tecrübeleriyle çevresini de uyararak bu uğurda mücadele verenlerin arasında olmak gururuna sahip olduğumu düşünüyorum.
Bunu çok önemsiyorum, zira Bekir Coşkun’un yukarıdaki önsöz satırlarında da dikkat çektiği gibi, ülkede bir şeyler oluyorsa bundan gazetecilerin yanısıra toplum da sorumludur. Yani bana göre de ‘’tarihin tanığı’’ görevini üstlenmiş gazetecilerin büyük bir bölümünün muktedir olanlara biat etmek adına kandırdığı toplum sadece mağdur değil, suçludur da…
İşte bu yüzden toplumun her ferdi kendisine anlatılanları okuyup dinliyorken, aynı zamanda bir yolunu bulup olanları sorgulamalıdır da.
Ben kendi adıma bunu Otuz yılı aşkın süredir takip ettiğim üzere; dün yazdığından bugün çarketmeyerek ve hiçbir maddi manevi menfaat uğruna kalemini satmayarak ve en önemlisi öngörüleriyle varsa eğer, yaklaşan tehlikeleri işaret ederek güvenimi kazanmış Bekir Coşkun, Emin Çölaşan, Uğur Dündar, Emre Kongar, Yılmaz Özdil Merdan Yanardağ vb. gazetecilerin (belgelere dayanan) tespitleri üzerinden yapıyorum ve bugüne kadar da hiç yanılmadım.
Bunun en belirgin örneğinin de, özellikle 2010 Referandumu öncesinden 15 Temmuz darbe kalkışmasına kadar geçen süreçte (yukarıda saydığım gazeteci büyüklerimin katkısıyla) sorumluluk bilinciyle kendi çevremdeki insanları yazarak ya da bizatihi oturup sohbet ederek imkanlarım dahilinde Fethullahçı Terör Örgütüyle ilgili uyarmış olmamdır diye düşünüyorum.
Dolayısıyla yazdıklarıyla, öngörüleriyle ve şartlar ne olursa olsun cesaretle bize ışık tutan ve bu ülkenin geleceği için bize sorgulamak bilincini ve sorumluluğunu aşılayan tüm onurlu gazetecilerimize kendi adıma buradan minnet duygularımı iletiyorum.
Ve mesela, tam da burada aynı kitaptan sevgili Bekir Coşkun’un Fethullah alçağının aslında bir terör örgütü lideri olduğunu işaret eden şu cümlelerini de size anımsatmak istiyorum değerli okuyucular.
Hani Türk Ordusu kumpaslar yoluyla darmadağın ediliyorken, gazete ve televizyonlarında Pensilvanya’daki terörist için methiyeler dizen ahlaksızların aksine, onun ne mal olduğunu ifade ettiği şu sözler; “Tepeden tırnağa devlet içinde örgütlendiklerini , tüm kurumları ele geçirdiklerini ülkede herkes biliyor…
İşte, şimdi sıra direnen yüksek yargıya gelmişti…
Özellikle siyasileri yargılama ve parti kapatma yetkisi olan Anayasa Mahmemesi ile yurdun tüm mahkemelerini belirleyen Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’na… Anayasayı değiştirerek bu iki yüksek yargıyı ele geçirdiklerinde, artık önlerinde engel kalmıyordu…
Ve dün referandum yapıldı, Aziz Türk Milleti dincilerin bu son darbesine ‘Evet’ dedi…”
“Başın Öne Eğilmesin” kitabındaki önsözüyle başlayan bu yazıyı, aynı kitabın son sözleriyle bitirmek istiyorum değerli okuyucular. Bu ifadeleri okuyacak olan herkesin, üzerinde taşımak zorunda olduğu sorumluluk bilincinin farkına varacağına olan inancımla paylaşıyorum…
“Yine de düşünüyorum ki; Yetişkinler olarak bizim yaşamlarımız, gelişmemiş bir ülkenin gelişmemiş yaşamları olarak heder oldu belki…
Ama çocuklar?
Onlar yanmasın…
Mutsuz bir toplumun endişe-korku-yokluk-yoksulluk içinde yaşayan bireyleri olmasınlar… Yabancı havaalanlarına gittiklerinde narkotik köpeklerine koklatmasınlar çocuklarımızı…
“Egemenlik-özgürlük-demokrasi-çağdaş toplum-çağdaş insan” denildiği zaman boyunlarını bükmesinler…
Ortaçağ kalıntısı, ilkel, çağdışı, bir arap yarımadası topluluğu düzeyine sürüklenmesin vatanımız… Cemaatlerin-tarikatların devleti ele geçirdiği, türbanın simge olduğu, badem bıyığın referans sayıldığı bir geri toplumun utancını çocuklarımız yaşamasın…
Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti için “Erken yıkıldı” denmesin…
Tüm bunlar için…
Sözleri hiç aklımdan çıkmayacak o aydınlık yüzlü kadınların.
“Başın öne eğilmesin…”